Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Şubat, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Biz mi, Onlar mı? (Vedat Aydın Ay)

Bundan seneler evvel düzenlenmiş bir paralimpik olimpiyatları yarışmasında yaşanmış bir hadiseyle başlamak istiyorum. Down sendromlu 9 çocuğun 100 metre koşusunda, çocuklardan biri yarış esnasında yere düşüyor. Yere düşen çocuğu gören diğer çocuklar ise yarışa devam etmek yerine geri dönüp yere düşen çocuğu kaldırıyorlar. Bitiş çizgisine ise kol kola giriyorlar. Bu hadise kafamı allak bullak etti. Dikkatinizi vermenizi istediğim nokta birbirini birincilik için ezmek yerine beraber başarmaya olan refleksif inançları. Günümüz hayat koşulları da insanları tıpkı bir yüz metre koşusu gibi birbirleri ile yarıştırıyor. Üstelik aynı çizgi üzerinde başlatmadan. Herkes bu koşunun bir bitişi, sonu olduğunu biliyor fakat yine de birbirini ezmekten geri durmuyor. Belki de yapmak gereken odur ki üzerimize düşen, düşeni ezmek değil kaldırıp kol kola bitirmektir bu yarışı. Bundan ziyade aynı koşullarla dünyaya gelmediğimizi bildiğimiz halde bunu görmezden gelip aynı kulvarda koşmak ne kadar et

Türkiye AKP’nin çizdiği kaba sığmıyor (Ahmet Saymadi)

Toplumun her yerinde hissediliyor, Türkiye değişiyor, toplum 2003’teki dinamiklere sahip değil. AKP de 2003’te çizdiği zeminin çok uzağında, anlattığı yeni bir şey olmadığı gibi toplumsal hayatı olumsuz etkileyen 16 yıllık bir siyasi yükü var. AKP açısından mesele, ‘‘Hırsızsa da bizim hırsızımız’’ noktasına geldi. Türkiye AKP’nin çizdiği kaba sığmıyor 31 Mart yerel seçimlerine yaklaşık 40 gün kaldı ama seçim havasına yeni yeni giriyoruz. Bunda bir yandan halkın AKP’den yılmasının diğer taraftan ise güçlü veya farklı bir alternatifin olmamasının payı büyük. Toplumun her yerinde hissediliyor, Türkiye değişiyor, toplum 2003’teki dinamiklere sahip değil. AKP de 2003’te çizdiği zeminin çok uzağında, anlattığı yeni bir şey olmadığı gibi toplumsal hayatı olumsuz etkileyen 16 yıllık bir siyasi yükü var. Yerel seçimlere giderken AKP’nin bagajında neler var? Ya da halk nelerden bıktı? Halk kamu kurumları karşısında sürekli haklarını arayamamaktan, devletin kamu görevlilerinin devle

Avcı Toplayıcılar (Ahmet Atak)

Tanrılar çıldırmış olmalı isimli film,   eski bir komedi filmidir.  İnsanları hem güldürüyor, hem de modern toplumlarla avcı toplayıcı toplumların kültürleri arasındaki farkları çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Konu Afrika'nın ıssız bir bölgesinde mutlu bir hayat yasayan avcı toplayıcı bir kabilede geçiyor. Günlerden bir gün uçaktan aşağıya atılan bir koka kola şişesi her şeyi altüst ediyor. İlk basta çok yararlı ve kullanışlı bir aygıt olarak algılanıp kullanılıyor bu şişe.  Fakat şişe tarzı başka hiçbir gereçleri olmadığından köyde kimin şişeyi kullanacağı bir tartışma konusu oluyor. Tekliğinden dolayı paylaşılamayan bu sise kavgalara sebep veriyor. Kabilenin lideri bu kötülük getiren nesneyi dünyanın sonundan atarak tanrılara iade etmek için yola çıkıyor.   Filmde aslında üretim araçlarına sahip olma kavgası ve ekonomik üretim süreçlerine vurgu yapılıyor ki burada Marx'tan esinlenildiği çok açık.  Dünyada hala özellikle amazonda çok az sayıda kalsa da bazı avc

Kendine Yabancılaşan İnsan (İsmail Sen)

İnsan, avcı ve toplayıcılıktan tarıma geçtiği anda daha fazla çalışmak zorunda kaldı. Konar göçerliği terk edip yerleşik düzene geçmeye başlamasıyla daha az protein, daha fazla tahıl tüketmeye başlıyor ve bu durum daha sağlıksız, zayıf bedenlere yol açarak yaşam süresini kısaltıyordu. Bunun sonucunda sosyal hayat  daha kompleks hale gelmiş oluyordu. Ekonomiyi ayakta tutan beden işçiliği idi, toprak ilgilenilmesi, korunması gereken en değerli şeydi... Tarım devrimi, ilk tarım yapan kimi topluluklarda, her ne kadar komün hayatına rastlansa da sınıfsal ayrılıklara yol açıp, seçkinler sınıfını yaratmaktan da geri kalmadı. Seçkinler haz ve doyuma, karın tokluğuna çalışan, sağlıksız bir hayat süren tabakanın kas gücü aracılığı ile ulaşmaktaydı. Sanayi devrimi bir şey vaat etti, üretimde kas gücü azalacak, makinenin gücü artacaktı ve insanlar daha fazla hazza ve doyuma ulaşmak için yeterli zamana kavuşacaktı ama sanıldığı gibi olmadı, aşırı iyimser bir avuntuydu... Üretme tutkusu insa

Nasıl Eğitiliyor ve Nasıl Seçiyoruz? (İsmail Sen)

Son günlerde sosyal medyada doğruluğu tartışma konusu olan şöyle bir paylaşım görüyorum; ‘’Japonya’da lise mezunu olmayan oy veremiyor. Japonya bu durumu şöyle açıklıyor kendi gelişimini tamamlayamamış bir birey, toplumu ve devleti ilgilendiren konularda söz ve hak sahibi olamaz.’’ Hoş ama bunu yapabilmek için öncelikle eğitimi nitelikli hale getirmemiz gerekiyor, lise ve üniversiteye dek çocuklarımızı nasıl eğitiyoruz?  Sorusunu kendimize yöneltmeliyiz. Ayrıca Japonya gibi bir ülkede politika, halkta ve yönetenlerde akıl işiyken, bizim halkımızdaki karşılığı gönül, yönetenlerdeki karşılığıysa çıkar odaklıdır. Politikacılarımız, aklın ve ahlakın değil, çıkar ve faydacılığın hüküm sürdüğü okulların mezunlarıdır. Ezberci, kısa yolcu eğitim anlayışımızın bireyleri ister lise mezunu olsun isterse de üniversite mezunu… Değişen hiçbir şey olmayacaktır. Eğitimli insanın kullanacağı oyun niteliği, eğitimsiz insanınkiyle farklılık göstermeyecektir. Ahlaki ve akli bir temeli olma

Kölelik ve İsçi Sınıfının Dönüşümü (Ahmet Atak)

Köleler Resme bakıp, o kadar da değil artık demeyin. Bu bölümü bitirdiğimizde, toplumun nasıl bugüne evindiğini ve yalnızca isçi sınıfının değil tüm toplumun nasıl üretim teknikleri ve sermaye tarafından değiştirildiğini ama mekanizmanın hep ayni kaldığını göreceksiniz. Bu satırları okurken gözlerinizi kültürel kimliğinize kapatın ve düzeneğin nasıl çalıştığını anlamaya çalışan teknik bir adam gibi bakin olaya. Tulumlarınızı giyip takim çantanızı aldıysanız başlayalım söküp takmaya sosyolojinin vidalarını. Yukarıdaki resimde, Hollanda’nın Surinam kolonisinde çalıştırılmak için yollanmayı bekleyen kölelerin resmini görüyorsunuz. Bu köleler arasından uzun deniz yolculuğuna dayanabilenler kıyıya varınca satılır ve yüzlerine alıcının damgası vurularak çiftliklere götürülürdü. Buradaki damgayı İngilizce söyleyelim yani ‘’branded’’ veya ‘’branding’’ bizdeki marka anlamına da gelir. Markalı giyiniyor derken mesela. Ama kelimenin kökü yakmak, bizim öküzleri kınalardık ya da

İşe Koşulan Öküz (Ahmet Atak)

Bir öküz, ise koşulmuş bir öküz üstelik… Burada öküz sen oluyorsun okurum. Hayatında bağlı olduğun boyunduruğu  çekerken kat ettiğini düşündüğün mesafede aynı nokta etrafında dönüp ilerlediğini hissediyorsun. Ama bu hareket ve ilerleme hissi bir yanılsamadan ibaret. Çünkü bir mesafe kat etsen de  hiçbir yere gidemiyorsun. Sri Lanka’nın alçak yerlerinde gezerken görmüştüm yandaki resimde görülene benzer bir aygıt. Zordur öküzlük, doğanın senin için olan planı sahibinin elinde iğdiş edildikten sonra değişir. Üvendire ile derin ve deşile deşile islersin boyunduruk altında, sonra tanesini sahibin, sapını da sen yersin… Darılmaca yok, durum o kadarda kötü değil aslında, sonuçta yediğin önünde yemediğin arkanda. Bütün gün altın tozundan oluşmuş bir kumsalda yürüyüp, fakirlikten şikâyet etmek gibi bir şey olurdu bu durumdan rahatsız olmak.   Yani durum farkına varmadığın surece fena değil. Duruma göre değer de verilir öküze. Küçük bir çocukken köyde bizimde öküzlerimiz vardı. Nohu

Semer Meselesi - Öykü (Samet Demiray)

Duyduğu çığlıkla aniden sıçradı. Rüya ile gerçek arasında ayrım yapmakta zorlanıyordu. Kan ter içinde kalmış, ay ışığının duvara yansıttığı pencere siluetini görünce ferahlamıştı. Tekrar yatmak için uzandığında, belli belirsiz bir ürperti kaplamıştı içini. Sımsıkı tuttuğu çomakla dövülmüş yeni basmalı yorganını omzuna çekip uykuya dalmıştı. Seher vaktiydi. Bir çığlık daha göz bebeklerinin büyümesine neden olmuş, yattığı yataktan tavandaki tahtakurularının açtığı deliklere odaklanmıştı. Bir anlık sessizliğin ardından tekrar bir vaveyla daha duyup, fişek gibi yataktan fırlamıştı. Kapıyı açmaya çalıştığı sırada kapının kolu elinde kaldı. Belli belirsiz söverek sağ tarafında bulunan antika denilebilecek kadar eski, masif cevizden oyma masanın kenarına fırlattı. Hatice hala yatakta onu izlemekle yetinmiş, uyku sersemi olanlara bir anlam verememişti. Kapıyı açmaya yöneldiği sırada açamayacağını fark edip, fırlattığı kapı kolunu aramak için masanın altına eğildi. Kapının kolunu fevri

Allah Cezanı Verdi Hasan - Öykü (Cengiz Sağnak)

"Mesai biterken nereden çıktı bu iş?" diye söylendi Hasan. Masasına oturdu, bilgisayarın faresini avucunun içine aldı. Bir süre boş boş bilgisayarın ekranına baktı. Sonra bir klasör açtı, aradığı bu değildi, kapattı. Diğer klasörü açınca aradığını buldu. Zaten masaüstünde iki klasör vardı. Bir kaç gün önce yazdığı yazıyı kopyaladı. Daha önce Özgür için yazdığı yazıyı, şimdi Yiğit için yazacaktı. Müdürü böyle istemişti. Ama bu saatte olacak iş değildi ki!.. Saat üç buçuktu... Neredeyse altmış iki yaşındaydı. Emekliliği çoktan hak etmişti. Ama tek kızını yeni evlendirmiş, biraz borca girmişti. Borcunu ödemeden emekli olmak istemiyordu. Zaten emekli olup ne yapacaktı. Yapacak başka işi, gidecek bir yeri, takılacak arkadaşları yoktu. Bütün günü karısıyla geçirmek ona hiç cazip gelmiyordu. İşinde de mutlu değildi, ama emekli olmayı aklına bile getirmiyordu. Sanki yaşamı burada geçmişti, tam otuz beş yıl, dile kolay!.. Akşam evinde televizyon karşısında dinlenmeye çal