Ana içeriğe atla

Allah Cezanı Verdi Hasan - Öykü (Cengiz Sağnak)


"Mesai biterken nereden çıktı bu iş?" diye söylendi Hasan. Masasına oturdu, bilgisayarın faresini avucunun içine aldı. Bir süre boş boş bilgisayarın ekranına baktı. Sonra bir klasör açtı, aradığı bu değildi, kapattı. Diğer klasörü açınca aradığını buldu. Zaten masaüstünde iki klasör vardı. Bir kaç gün önce yazdığı yazıyı kopyaladı. Daha önce Özgür için yazdığı yazıyı, şimdi Yiğit için yazacaktı. Müdürü böyle istemişti. Ama bu saatte olacak iş değildi ki!..

Saat üç buçuktu...

Neredeyse altmış iki yaşındaydı. Emekliliği çoktan hak etmişti. Ama tek kızını yeni evlendirmiş, biraz borca girmişti. Borcunu ödemeden emekli olmak istemiyordu. Zaten emekli olup ne yapacaktı. Yapacak başka işi, gidecek bir yeri, takılacak arkadaşları yoktu. Bütün günü karısıyla geçirmek ona hiç cazip gelmiyordu. İşinde de mutlu değildi, ama emekli olmayı aklına bile getirmiyordu. Sanki yaşamı burada geçmişti, tam otuz beş yıl, dile kolay!..

Akşam evinde televizyon karşısında dinlenmeye çalışırken karısı yine bir şeyler anlatıyordu. "Bütün gün evde, ne yapsın?" diye düşündü. Aslında iyi bir eğitim almıştı, ama hamile kalınca ilk işinden ayrılmış, sonra bir daha başka bir işte çalışmamıştı. Ev kadını olmuştu. Sanki bu bir meslekmiş gibi böyle deniyordu ya.. Karısı yanında konuşup duruyordu. Hep aynı şeylerden söz ederdi zaten. Komşuların ve akrabaların dedikoduları, evin eksikleri vs.. ama o dinlemiyordu bile. Gözü televizyondaydı. Yılların verdiği alışkanlıkla olsa gerek, arada bir kaç kelime ediyor, karısı da konuşmaya devam ediyordu. Boş boş televizyona bakıyordu. Ertesi sabah işine gittiğinde odasındaki iki iş arkadaşı yoktu, izin almışlardı. Sevindi. Odada yalnızdı. İlgisini çeken internet sayfaları arasında geziniyordu. Kırklı yaşlarındaki müdürü odanın açık kapısında göründü;

"Abi, benim işim çıktı, daire sana emanet, bir şey olursa haberleşelim.." dedi.
Çok mutlu olmuştu. Diğer odalarda çalışanlar vardı, ama ona bir zararları yoktu. Keyiflendi. Demli bir bardak çay doldurdu kendine, bilgisayarının başına kuruldu. Zaten haftanın son iş günüydü, bilgisayarının faresini keyifle avuçladı, ilgisini çeken sitelerde gezinmeye başladı.
Öğle saatlerinde yemekhaneye gitti. Koca salonda bir köşede yavaş yavaş yemeğini yiyordu. Onu tanıyanlar selam verip geçiyorlardı. O da her birinin selamını alıp başını sallıyordu. Ne çok yemek yemişti bu yemekhanede!..

Yemeğini bitirmek üzereydi ki, cep telefonu çaldı. O gün şehir dışında işi olduğu için daireye gelmeyen iş arkadaşı Nihat'tı arayan. Bir iş çıkaracak diye endişelenerek açtı telefonu;
"Efendim?"
"Hasan abi, nasılsın?"
"İyiyim, sen nasılsın?"
"Abi Balıkesir'deyim. Benim evrağın başlığı yanlış yazılmış, kabul etmediler. Evrağı bir an önce vermem gerek, başlığı düzeltip çıktı alır mısın benim için?" demesine fırsat vermeden araya girdi;
"O işleri Kadir yapıyor, o da izinli bugün."
"Abi, sadece başlık.."
"Dairede kimse yok, ben de şu anda yemekteyim zaten.."

Allah'tan fazla ısrar etmemişti. Nihat başka bir şey demeden kapatmıştı telefonu.
Daireye döndü. Bilgisayarının başına kuruldu, faresini avuçladı. Bir ara kalktı, demli bir bardak çay aldı, sıcak sıcak içti. Hava kararınca mesaisi de bitti. Yavaş yavaş evine gitti.
Akşam yemeğini yedi, biraz televizyon izledi, yorulduğunu hissedince gidip yattı. Sabah uyandığında karısıyla kahvaltı etti. Aslında dışarıda güzel bir mekanda kahvaltı etmek istemişti karısı. İstemedi. Kızı evlenip Antalya'ya yerleştiğinden beri çok sıkılıyordu kadın.
Öğleden sonra büyük bir alışveriş merkezine gidip fazla para harcamadan gezindiler. Çok sıkıldı, ama karısı için bu kadarını da yapmalıydı, yoksa akşam rahat bırakmazdı.
Cumartesi akşamını televizyon karşısında geçirdi. Karısı da mutfakta yemek yaptı, sonra ortalığı topladı. Mutfakta da bir televizyon vardı, merakla izlediği dizisi başlayınca bütün gece mutfakta kaldı kadın. Pazar günü de farklı geçmedi.

Borçları vardı, para harcanacak etkinliklerden uzak durmalıydılar. Neredeyse tüm yaşamları böyle geçmişti. Hep az veya çok borçları olmuştu, hep onları ödemeye çalışmışlardı. Karısı biraz gezmek, dışarıda yemek istese de, genellikle buna ayıracak paraları olmazdı.
Pazar akşamı olunca yine televizyon karşısındaydı, karısı da yanında. Yine bir şeyler anlatıyordu. Çoğunlukla hızlı hızlı konuşan karısı bu akşam biraz yavaş konuşuyordu. Yılların alışkanlığıyla karısını dinlemeden yuvarlak cevaplar veriyor, gözlerini televizyondan ayırmıyordu. Çok sürmedi, karısı yanında kalktı, mutfağa gitti, orada televizyon izledi.

Bütün hafta sonu kulağı çınlayan Hasan, pazartesi sabahı keyifsiz kalktı. Farkında değildi, ama uzun zamandır pazartesi sabahları keyifsiz kalkıyordu. Hatta keyifli kalktığı gün kalmamıştı son yıllarda.
Daireye varıp odasına girdiğinde "Günaydın!" dedi. Ama Kadir ve Nihat telaşlıydı. Cuma günü sözünü ettiği yazı üzerinde uğraşıyorlardı herhalde. Kadir neyin yanlış yazıldığını anlamaya çalışıyordu. Çıktıyı alır almaz Nihat müdürden izin alıp daireden ayrıldı.
Odası yine sevdiği sakinliğe bürünmüştü. Odadakiler ile ara sıra lak lak ederek zaman geçirdi. Bütün gün boyunca iki sayfa yazı yazması gerekti. Demli bir bardak çay doldurdu bardağına, dışarı çıktı. Sigarasını da yaktı. Henüz bir nefes çekmişti ki, Semih yaklaştı yanına. Selam verdi, hatır sordu.

"Nihat sana biraz kızmış" dedi Semih.
"Bana mı kızmış!" diye şaşırdı Hasan, "ne yapmışım ki?"
"Hasan abi bana yardım etmedi, beni dinlemedi bile dedi"
"Ya ben ona açıkladım, asıl o beni dinlememiş. O işlere ben bakmıyorum, Kadir bakıyor.." diyerek kendini savundu. Kızmıştı veya kızmış gibi yapıyordu. Semih huyunu bildiği için çok üstüne gitmedi. Hem iş yapmak istemez, hem de biri bir laf etti mi hemen savunmaya geçerdi. Bu yolla kendine laf söyletmezdi. Dairenin büyüğü olduğu için de kimse ona pek laf söylemezdi.
"Allah Allah, niye laftan anlamıyor.." diye Nihat'a kızdı.
"Sadece bir sayfa çıktı almanı istemiş.."
"Yahu ben çıktıyı alsam ne olacak, müdür dairede değildi ki, kim imzalayacak evrakı?" dedi kızgınlıktan gözlerini kocaman açarak.
"Bizim müdürün imzalayacağı bir evrak değilmiş o.." dedi Semih, ama Hasan dinlemedi.
"İmza var, sisteme girilmesi var, karşıya gönderilmesi var.. Eskisi gibi değil ki artık. Elektronik ortamda yapılıyor her şey. Ben çıktıyı alsam ne olacak?"

Sinirlenmişti. Bilip bilmeden konuşmuyorlar mı, deli oluyordu. Sigarasını ağız tadıyla içemeden yarısında söndürüp attı. Odasına gitti, bilgisayarının başına oturdu, fareyi avuçladı, ilgisini çeken internet sitelerinde gezindi. Akşam mesai saati dolmadan daireden ayrıldı.
Çarşıya indi, boş boş dolaştı. Balıkçılar haline gitti, balıklara şöyle bir bakındı. Fiyatlar çok yüksekti. Bir kaç eski arkadaşına denk geldi. Selamlaştı, hal hatır soruştu. Bir yerlerde oturmayı önerdiler, istemedi. Ne yapmak istediğini bilemeden, adımları onu yavaş yavaş evine götürdü. Canı sıkılmıştı.
Karısı evde değildi, televizyonu açtı, koltuğa uzandı. Yorgun hissediyordu. Göz kapakları ağırlaştı, televizyonun karşısında uyuyakaldı.

Gözlerini açtığında televizyon hala açıktı. Şaşırdı. Saatine baktı, gecenin üçüydü. Genelde televizyon karşısında uyuyakaldığında karısı onu uyandırır, yatağına yatmasını söylerdi.
Uykusu kaçmıştı, televizyonu kapatmadı, sesini kıstı, kanallar arasında gezinerek bir şeyler izledi. Odasına gidip yatmayı hem canı istemedi, hem de karısını uyandıracaktı, gerek yok diye düşündü. Uykusu hafif bir insandı zaten. Bir şey tık etse uyanırdı. Televizyonun sesini biraz daha kıstı.
Sabah oldu, gün aydınlandı. Karısı hala kalkmamıştı. Önce mutfağa girdi, bir şeyler atıştırmak istedi. Sonra nedense huylandı, yatak odasına gitti. Erken kalkardı karısı, bir şey mi olmuştu acaba?..  
Yatak odasına girdiğinde karısını yatakta göremedi. Hatta yatak bozulmamıştı bile. Şaşırdı. Diğer odalara bakındı. Banyoya bile baktı. Karısı evde yoktu.

Hemen cep telefonuna sarıldı. Karısını aradı, aşkım diye kayıtlıydı. Karısının başına bir şey gelmiş olabileceğinden endişelendi. Belki de şimdi telefonu bir polis açacaktı, "Nerdesiniz beyefendi, bütün gece size ulaşamadık" diyecekti. Belki hastanede olduğunu söyleyecekti, neredesin diye ona kızacaktı. Karısı telefonu açana kadar başından aşağıya soğuk sular döküldü.
Uykulu bir sesle karısı açtı telefonu;

"Ne var Hasan?"
Tedirgin bir bekleyişten sonra, karısı bu kadar rahat bir sesle telefona cevap verince sinirlendi;
"Neredesin sen be kadın?" diye azarladı karısını, "niye evinde değilsin? Nerede uyudun kaldın?"
Hiç yaptığı şey değildi, ama o kadar endişelenmişti ki, ister istemez azarlayıvermişti karısını.
"Antalya'dayım."
Daha çok şaşırdı;
"Ne işin var Antalya'da?"
"Allah cezanı versin Hasan!.. Allah seni bildiği gibi yapsın Hasan!.. Kızımın yanına gidiyorum dedim ya Hasan!.. Seni boşuyorum dedim ya Hasan!.. Geri zekalı Hasan!.."

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tanin no kao / Başkasının yüzü (İsmail Şen)

Bir Film, İki Kitap ve Filmi Okumak Bandırma Sinema Amatörleri Derneği’nin ‘’Film Okuma’’ etkinliğinde üçüncü filmimiz 1966 yapımı, Hiroshi Teshigahara tarafından Kobe Abe romanından uyarlanmış  ‘’Tanin No Kao/Başkasının Yüzü’’  filmi oldu. Film, bir iş kazası nedeniyle yüzünü kaybetmiş ‘’ Okuyama’’ isimli bir karakterin hikâyesini anlatıyor. Görünüşün mü kişiliği yoksa kişiliğin mi görünüşü etkilediğine ilişkin bir sorgulama yapıyor. Her ne kadar dernek olarak bu etkinlikleri ‘’Film Okuması’’ olarak niteliyor olsak da konunun uzmanı sayılmayız. Film üzerine bir grup insan amatör bir ruhla oturup tartışıyoruz. Etkinliklerde filmi seçen arkadaşımız bir otorite olarak konuşmuyor, böylelikle samimi bir diyalog imkânı buluyoruz. '’Film Okumak’’ kulağa biraz samimiyetsiz, gereksiz özgüvenli bir iş gibi geliyor. ‘’Film Sohbetleri’’ ya da ‘’ Film Analizi’’ dersek daha iyi olabilir sanki. '' Film analizi '' dediğimizde filmin teknik konularını içerisine

Tekerrür'deki Gerçeklik (Murat H. Özcan)

Susmak en güzel cevaptır derdim her zaman milat çok derindeydi oysaki. Kendi miladını yaratmalıydı insan ve yarattı da. Sonra devamı geldi işte, tarih kitaplarından ve homo sapiens'den aşinayız azda olsa konulara. Bağıra bağıra, bir saniye bile susmadan mücadele verdik hayatta. Hayat bize bu kadar borçluyken, ona en sevdiklerimizi adarken, adaleti toprakta aramak saçmalık olmuştu. Sonra mücadele alanı genişledi ve tabi mücadele ettiklerin. Ancak insan hep kaybedendi… Kimisi karşı çıkmak için haksızlıklarla savaştı ama insan yok olmaya en müsait olanıydı. Susmak en güzel cevap derlerdi. Yok olmaya mahkum biri, yok olacağını bile bile neden susarak cevap verirdi? İnsan bedenden bir fani, değersiz bir çamur ve tanrının nefesi kimisine göre, kimisine göre maymun. Bunları duyunca susmak elde değil gibi. Oysa nereden geldiğimiz ne kadar önemli? İnsan kendine nereden geldik sorusu yerine nereye gidiyoruz sorusunu sorsa ne olurdu? Susmazdık sanırım. Değer ve yargılar hep sorgulan

İBADE(R)T - Zafer Korkmaz

Tanrı : Ben seni neden yarattım? Köpek : Hav Tanrı : Aferin. Ya seni? Kedi : Miyav Tanrı : Aferin. Peki ya seni? İnsan : Bilmiyorum tanrım. Tanrı : Nasıl olur? Ben senin beynini bütün bunlarınkinden bin kat daha gelişkin yaratmadım mı? İnsan : Aaa buldum düşüneyim diye? Tanrı : Şimdiye kadar neden düşünmedin o zaman? İnsan : Düşünen bir kaç kişi vardı . Onlarda zamanla hayvan gibi yaşamaya başladı . Korktum tanrım Tanrı : Neyden korktun? İnsan : Hayvan gibi yaşamaktan... Tanrı :Hayvanlar nasıl yaşıyor ki korkasın? İnsan : Yani... Temiz değiller bir kere Tanrı : Saçmalama bence daha fazla. İnsan : Emredersiniz tanrım. Tanrı : (Derin bir iç çeker) (kediye) ben nerede hata yaptım acaba? Kedi : Miyav Tanrı : Sanmam İnsan : Ne dedi tanrım? Gerçi ne derse demiş olsun sonuçta sizin bir yerde hata yaptığınızı söylüyor. Şerefsiz kedi! Şeytan bu şeytan! Tanrı : Bak yavrum, senin ibadetin düşünmektir. Ben seni neden yarattım? İbadet et diye... anlıyor musun beni?

Gerçeklerden Kaçmak (Anıl Uluçay)

Hayaller bizim vazgeçilmez dayanağınızdır onlar olmadan hayatın gerçeklikleri altında sıkışıp kalırız  ama gerçeklik ve hayal arasından ki farkı idrak edebiliyor ve gerçeklerden kaçmak için her fırsatta hayallere sığınmadan durabiliyor muyuz? Çoğu insan sabah olduğunda güneşin doğuşunu görebildiği için mutlu olmak yerine gerçekliklerin hüznüyle güne başlıyor. Bahsedilen gerçekler kişiden kişiye değişiklik gösterebilir tabiki ama sizce en ağır gerçekler nelerdir? İnsanoğlu neden gerçeklikler ile mutlu olamıyor? Bahsedilen gerçeklerin hiç mi iyi tarafları yok? Bir çok soru sorabiliriz kendimize veya bir başkasına ama önemli olan sorulan soruların cevaplarını verebilmek veya verdirebilmek ancak bunu başarabilirsek gerçeklikler ile mutlu olmaya başlayabiliriz çünkü verdiğimiz cevaplar gerçek sandığımız çoğu şeyin aslında bizim gerçeğimiz olmadığını ve bizim istediğimiz değil bize sunulan, mecbur bırakılan hayatı yaşadığımızı gösterecektir. Vermediğimiz daha doğrusu vermekten