Ana içeriğe atla

Atatürk'ü Anlamak (İsmail Sen)

Atatürk ile bağım çocukluğumda tamamıyla biçimseldi. İlkokul çağımda, resmi bayramlarda gazetelerin günün anlam ve önemine binaen vermiş olduğu posterleriyle odamı süslüyordum. 

Okuma, araştırma ve sorgulama alışkanlığımı kendi başıma kazanamamış olsaydım, bendeki Atatürkçülük yansıması otomobil camına imzasının çıkartması veyahut resmi bayramların fener alaylarında, ‘’Türkiye laiktir, laik kalacak’’ sloganı atmaktan öteye gidemeyecekti.

Ne kadar da kolaycı bir Atatürkçülük anlayışı…

Mesela ordu darbe mi yapacak?

Çıkartırsınız gardırobunuzdan Atatürkçülük elbisesini, darbeyi de Atatürk ilkeleri adına gerçekleştirdiğinizi söyleyerek kapatırsınız konuyu. Varlığını Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığına borçlu olan ‘’Gülen Cemaati’’ mensuplarının dahi darbe girişiminin bildirisinde giydiği kıyafet aynıydı.

İlkeler demişken hangi ilkeler?

O, din ve devlet işlerini ayırdığı gibi siyasetle orduyu da birbirinden ayırmıştı. Ordu ile siyaseti ayırmasındaki en büyük koşut balkan savaşlarındaki kayıplardı. Ordunun fazlasıyla siyasete alet olması Balkanlardaki savaşın kaybedilmesindeki en büyük etkendi. (başlı başına tartışılabilecek hayli uzun başka bir konu) İlkeler, özüne ilişkin değil de biçimsel olarak algılandığından, Atatürkçülük elbisesini giymek veya reddetmek de kolay oluyor. Şapka devrimi, yazı devrimi, kadınlara seçme ve seçilme hakkı etrafında son derece yüzeysel çıkarımlarla savunu veya muhalefette bulunuluyor. Nefret edenin nefreti de o kadar yüzeysel ki örneğin;

Yazı devrimiyle, Türkiye’nin özünü kaybettiği tezi savunuluyor. Halbuki o denli zayıf bir argüman ki kendi alfabesini yaratmış bir millet olarak ‘’Orhun Alfabesini’’ terk edişimizi özümüzü kaybedişimiz olarak görmüyor da, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişimizi özümüzü kaybetmek olarak lanse ediyor. Her olguya biçimsel bakarak öz hakkında bu kadar cüretkâr bilgiçlik taslayabilmek için bir insanın cehaletinin farkında olmaması gerekli. Türk insanının büyük ölçüde politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel, ahlâki, estetik düşünceler bütününe ilişkin net bir ideolojisi yok. Siyasi figürlerin etrafında kümelenen hayranları coşturacak popülist söylemlerden ibaret siyasi manevralarla karşılaşıyoruz. Siyasi partilerimiz, siyasi parti gibi değil de ‘’hayran kulübü’’ gibi çalışıyor. İhtiyaç olduğunda tarihi bir şahsiyeti bile diriltmekte sakınca görmüyor.  101 yıl önce ölmüş II. Abdülhamid’in Siyasal İslam’ın çabalarıyla ciddi bir hayran kitlesi oluştu. Atatürk’ü sevmeyenler onun etrafında kümeleniyor. Şunu duyarsınız mesela;

 ‘’Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.’’

Necip Fazıl ortaya atmış bu iddiayı. İddia tabiî ki tartışılabilir yalnız bu iddiadan hareketle, yüzlerce hurafe kaynağı kitap yazılmış ve yazılmaya devam ediyor.  Konu o kadar sulandırılmış ve bulandırılmış ki tartışılabilirliği neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda. Elle tutulur bir eleştiri getirdiğinizde ellerindeki hurafelerle savunmaya geçiyorlar. Hele bir de söze ‘’cennet mekân Sultan Abdülhamit Han’’ diye başlayarak Allahlık taslamayı da ihmal etmiyorlarsa konuyu direk kapatıyorum.

Şöyle diyor Ali Şeriati;

‘’Bir hakikati yok etmek istiyorsan; ona iyi saldırma. Onu kötü savun!’’

Bilgiye dayalı bir savunu değil de, hep dogmatik, hurafelerle dolu bir savunma yapılıyor. Kişiler ve olaylar hakkında rasyonel bir tartışma zemini ortadan kalkıyor. Bu durumda dogma hakikatin yerini alıyor. Örneğin Atatürk’ün Bandırmaya gelişine ilişkin düzenlenen bir tören var.

‘’Böyle bir saçmalık dini bir ritüelden rol çalmak gibi bir tutum değil midir? İlhamını doğadan, hayattan alan dogmalara savaş açan rasyonalist bir liderin, bir kente gelişine binaen tören hazırlamak, savaştığı ilkel zihniyetin bizde hala yaşadığına kanıt niteliğinde. 21. yüzyılda halen aydınlanmayı içselleştiremeyişimizi görmek ne acı.’’

Bu töreni Atatürkçülük adına savunacak olanlarla nasıl mantıklı bir tartışma yürütebilirsiniz? ‘’Tarihsel açıdan buraya gelmesinin ne gibi bir önemi var?’’ Diye sorduğunuzda Samsuna çıkışı gibi önem arz eden tarihsel bir etkisi de yok maalesef. Adam ayrıca Bandırmaya geçerken uğramış. Yani sırf bu uğrama için tören, birde üzerine canlandırma yapmak gülünç bir Atatürkçülük anlayışı… 

Her yerde dillendiriyoruz oysa Atatürk’ün şu vecizesini;

‘’beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kâfidir.’’

Ama ne hikmetse pek de etki etmiyor. Attila İlhan’ın ''Hangi Atatürk'' kitabından alıntıyla;

‘’Hanidir yeni bir moda çıkardılar, televizyonda ne zaman görsem, aklıma hep onun sözleri geliyor. Moda şu: bir yerin kurtuluş günü mü, Mustafa Kemal Paşa’nın bir büstü jeep’in birine bindiriliyor, o şehre temsili giriş yapıyor. Kasaba ya da şehir halkının başlarında yöneticileri, takım takım büstü karşıladıklarını unutmamak lazım. Şimdi bu Atatürkçülük mü? Ne münasebet? 

Her seferinde hatırladığım sözü şudur;

’beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kâfidir.’
Evet, önce fikirleri ve duyguları yüzünden önde geliyordu, birincileri gargaraya getirip, yüzü yerine büstlerini ortada dolaştırdığımızı duysa, acaba ne yapardı?’’ *

Mustafa Kemal Atatürk;

İsa, Musa, Muhammet, Buda gibi müridi olunacak ruhani bir lider değildir. Tarihsel süreçte hayata geçirebildikleri ve geçiremedikleriyle objektif bir incelemeye tabii tutulması gereken kurucu liderdir. Benim Atatürkçülük anlayışım kanlı canlı fiziki bir özlem barındırmıyor. Adına yazılan ‘’Sarı Saçlım Mavi Gözlüm’’gibi bir parça duygularımı kabartmıyor. Kaldı ki Mustafa Kemal Atatürk, duygularımı değil, tarihsel bir gerçeklik olarak aklımı işletmesi gerekiyor. O, Benim için aşılması gereken yüksek bir eşiği temsil ediyor. Onu aşma cüretinde bulunmak gerekli muhakkak kendisi de öyle isterdi...

“Yalnız ilim ve fennin yaşadığımız çağda gelişmesini idrak etmek ve ilerlemesini zamanında izlemek şarttır.” Diyen bir insandan aksi bir tutum da beklenemez. İlim ve fen disiplinine sahip olanlar tarihsel hakikatin şartlarına uygun çözümler üretirler. Atatürk tarihsel hakikatin gereklerini yerine getirmiş ve hatta çağının ötesine geçmeye cüret etmiş bir liderdir. Ölümünün ardından dar kafalı idarecilerce ilkelerinden saptırılarak umut vadeden embriyo halindeki cumhuriyet, Osmanlının son 200 yılında olduğu gibi yeniden emperyalist devletlerin iktisadi tahakkümüne boyun eğdirildi. Bizde biçimsel çağdaşlığımızla Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olduğumuz yanılsamasını yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.

10 Kasımlarda ne oluyor?

Duygusal konuşmalar, duygusal şiirler, zeybek gösterisi, Atatürk’ün sevdiği şarkılar, alkışlar ve kapanış. 10 Kasımdan 10 Kasıma aynı ruhsuz, idraksiz, uyuşuk formaliteler devam ediyor.  21. Yüzyılın gereklerini idrak edemeden hayatımızı sürdürüyoruz. Ama Atatürkçüyüz. Araç arka camındaki imzasıyla, vücudumdaki dövmesiyle, sosyal medya hesabıma koyduğum fotoğrafıyla, bestelediğim bir şarkıyla, stadyumlara, caddelere, sokaklara verdiğim ismiyle…

Oysa İlkelerimiz vardı;

Cumhuriyetçilik
Milliyetçilik
Halkçılık
Laiklik
Devletçilik
Devrimcilik

İlkeleri içselleştiremedikten sonra anayasanıza yazsanız ne olur ‘’Türkiye Cumhuriyeti Laik Demokratik Sosyal Bir Hukuk Devletidir’’ diye… Mahkeme duvarlarına yazsanız ne olur ‘’Adalet Mülkün Temelidir’’  diye…

Donuklaştırılan, güdükleştirilen ilkeler, kendimi bildim bileli duyduğum bir slogandan ibaret. Bir tanesinden örnekle;

‘’Türkiye laiktir, laik kalacak.’’

Kararlı bir inançtan ziyade acınası bir ağıttır gözümde. Esasında ne sloganı atan inanıyor Türkiye'nin laik bir devlet olduğuna, ne de sloganı dinleyen. Yalnızca kendimizi kandırıyoruz. Varın geri kalan ilkelerin durumunu siz düşünün. Sloganların işe yarayıp yaramadığını görmek için 2017 referandumuna ve ardından yeni sistemdeki ilk seçime bakmanız yeterli olur sanıyorum…  

Ortada ne ilkeler var, ne de koyduğu ilkelerin teminatı olan siyasi bir parti…

Kitap Öneri

* Attila İlhan, Hangi Atatürk – İş Bankası Kültür Yayınları
* Niyazi Berkes, Atatürk ve Devrimler – Yapı Kredi Yayınları
* Niyazi Berkes, Türkiyede Çağdaşlaşma – Yapı Kredi Yayınları
* Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Kutsal Barış Serisi – Tekin Yayınevi

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tanin no kao / Başkasının yüzü (İsmail Şen)

Bir Film, İki Kitap ve Filmi Okumak Bandırma Sinema Amatörleri Derneği’nin ‘’Film Okuma’’ etkinliğinde üçüncü filmimiz 1966 yapımı, Hiroshi Teshigahara tarafından Kobe Abe romanından uyarlanmış  ‘’Tanin No Kao/Başkasının Yüzü’’  filmi oldu. Film, bir iş kazası nedeniyle yüzünü kaybetmiş ‘’ Okuyama’’ isimli bir karakterin hikâyesini anlatıyor. Görünüşün mü kişiliği yoksa kişiliğin mi görünüşü etkilediğine ilişkin bir sorgulama yapıyor. Her ne kadar dernek olarak bu etkinlikleri ‘’Film Okuması’’ olarak niteliyor olsak da konunun uzmanı sayılmayız. Film üzerine bir grup insan amatör bir ruhla oturup tartışıyoruz. Etkinliklerde filmi seçen arkadaşımız bir otorite olarak konuşmuyor, böylelikle samimi bir diyalog imkânı buluyoruz. '’Film Okumak’’ kulağa biraz samimiyetsiz, gereksiz özgüvenli bir iş gibi geliyor. ‘’Film Sohbetleri’’ ya da ‘’ Film Analizi’’ dersek daha iyi olabilir sanki. '' Film analizi '' dediğimizde filmin teknik konularını içerisine

Avcı Toplayıcılar (Ahmet Atak)

Tanrılar çıldırmış olmalı isimli film,   eski bir komedi filmidir.  İnsanları hem güldürüyor, hem de modern toplumlarla avcı toplayıcı toplumların kültürleri arasındaki farkları çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Konu Afrika'nın ıssız bir bölgesinde mutlu bir hayat yasayan avcı toplayıcı bir kabilede geçiyor. Günlerden bir gün uçaktan aşağıya atılan bir koka kola şişesi her şeyi altüst ediyor. İlk basta çok yararlı ve kullanışlı bir aygıt olarak algılanıp kullanılıyor bu şişe.  Fakat şişe tarzı başka hiçbir gereçleri olmadığından köyde kimin şişeyi kullanacağı bir tartışma konusu oluyor. Tekliğinden dolayı paylaşılamayan bu sise kavgalara sebep veriyor. Kabilenin lideri bu kötülük getiren nesneyi dünyanın sonundan atarak tanrılara iade etmek için yola çıkıyor.   Filmde aslında üretim araçlarına sahip olma kavgası ve ekonomik üretim süreçlerine vurgu yapılıyor ki burada Marx'tan esinlenildiği çok açık.  Dünyada hala özellikle amazonda çok az sayıda kalsa da bazı avc

Tekerrür'deki Gerçeklik (Murat H. Özcan)

Susmak en güzel cevaptır derdim her zaman milat çok derindeydi oysaki. Kendi miladını yaratmalıydı insan ve yarattı da. Sonra devamı geldi işte, tarih kitaplarından ve homo sapiens'den aşinayız azda olsa konulara. Bağıra bağıra, bir saniye bile susmadan mücadele verdik hayatta. Hayat bize bu kadar borçluyken, ona en sevdiklerimizi adarken, adaleti toprakta aramak saçmalık olmuştu. Sonra mücadele alanı genişledi ve tabi mücadele ettiklerin. Ancak insan hep kaybedendi… Kimisi karşı çıkmak için haksızlıklarla savaştı ama insan yok olmaya en müsait olanıydı. Susmak en güzel cevap derlerdi. Yok olmaya mahkum biri, yok olacağını bile bile neden susarak cevap verirdi? İnsan bedenden bir fani, değersiz bir çamur ve tanrının nefesi kimisine göre, kimisine göre maymun. Bunları duyunca susmak elde değil gibi. Oysa nereden geldiğimiz ne kadar önemli? İnsan kendine nereden geldik sorusu yerine nereye gidiyoruz sorusunu sorsa ne olurdu? Susmazdık sanırım. Değer ve yargılar hep sorgulan

İBADE(R)T - Zafer Korkmaz

Tanrı : Ben seni neden yarattım? Köpek : Hav Tanrı : Aferin. Ya seni? Kedi : Miyav Tanrı : Aferin. Peki ya seni? İnsan : Bilmiyorum tanrım. Tanrı : Nasıl olur? Ben senin beynini bütün bunlarınkinden bin kat daha gelişkin yaratmadım mı? İnsan : Aaa buldum düşüneyim diye? Tanrı : Şimdiye kadar neden düşünmedin o zaman? İnsan : Düşünen bir kaç kişi vardı . Onlarda zamanla hayvan gibi yaşamaya başladı . Korktum tanrım Tanrı : Neyden korktun? İnsan : Hayvan gibi yaşamaktan... Tanrı :Hayvanlar nasıl yaşıyor ki korkasın? İnsan : Yani... Temiz değiller bir kere Tanrı : Saçmalama bence daha fazla. İnsan : Emredersiniz tanrım. Tanrı : (Derin bir iç çeker) (kediye) ben nerede hata yaptım acaba? Kedi : Miyav Tanrı : Sanmam İnsan : Ne dedi tanrım? Gerçi ne derse demiş olsun sonuçta sizin bir yerde hata yaptığınızı söylüyor. Şerefsiz kedi! Şeytan bu şeytan! Tanrı : Bak yavrum, senin ibadetin düşünmektir. Ben seni neden yarattım? İbadet et diye... anlıyor musun beni?