Karşıtların Benzerliği (İsmail Sen)


Peşin Hükümlü Aydınlanma/Ucuz Aydınlanma


"Bu memlekette sağcı-solcu, ilerici-gerici yoktur, bu memlekette namuslu ve namussuzlar vardır." 

Cemil Meriç’ten alıntı yaptığımda bir kesimin hoşuna gitmiyor.  Kimine göre ''gerici'' kabul ediliyor. İsmini ve alıntısını görür görmez basma kalıp etiketi yapıştırmakta beis görmüyorlar:

''GERİCİ'' 

Kimiyse lüzumundan fazla abartıyor ilahlaştırıyor… Anlayıp sorgulamadan övgüler dizerek sözün sahibini sevimsiz hale getiriyor.  

Ben Cemil Meriç’i nereye koyacağımı kestiremiyorum tam olarak. Gerçi herhangi bir yere koymama da gerek yok kendisini. Hayati bir meseleymişçesine kategorize etmeye çalışıyoruz kişileri. Mesela bir arkadaşıma Peyami Safa okumasını önerdiğimde bana; 

Peyami Safa’nın ''gerici olduğunu, onun için okumadığını, pek de okumaya niyeti olmadığını'' söylemişti. İnceden de Peyami safa okuduğum için tenkit edilmiştim.

Peyami Safa okumasını önerdiğim arkadaş bir tespit yapmak istediğinde ara sıra söze; “bir aydın olarak,” diyerek başlıyor... Duygusal tepkiler, basmakalıp düşünceler üzerinden kendisini ve çevresini konumlandırıyor. Peyami Safa’nın o başarılı psikolojik tahlillerinden bahsetmeme bile müsaade etmiyor...

Kavramlara ve kişilere olan nefret duygumuz ön yargılı bakışımız, söz konusu kavrama ve kişiye olan uzaklığımızdan, bilgisizliğimizden kaynaklanıyor sanırım.

Okuma oranın %0,1 olduğu bir ülkede aydın sınıfına girebilmek için yılda 10 - 15 kitap okumak yeterli oluyor. O kadar okumuyoruz ki Japonya, Fransa, Almanya gibi ülkelerde yılda 10 – 15 kitap okuma oranı vasat bir değerken bizde olağanüstü bir etki yapıyor.

10 kitap okuyan insan okumayanın karşısında fark yaratıyor. Okuduklarınızın tamamını yanlış anlasanız dahi aydın sınıfına girebilirsiniz bu ülkede, çünkü okuduklarınızı tartışabileceğiniz insan bulamıyorsunuz kolaylıkla…

%0,1’lik kitap okuma oranın içerisinde nitelikli ne kadar kitap okunuyor o da ayrı bir konu. Okunmayan, sorgulanmayan basmakalıp sloganlarla sürüklenen toplumda realist, tutarlı bir siyaset beklemek de hayalcilik oluyor.

Örneğin;

Suriye operasyonu gösterdi ki yapılan ''ümmet'' güzellemeli siyasetin bir gerçekçiliği, pozitif bir getirisi yok. Kaldı ki yurdum insanın bunu 1. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluşunun ardından anlaması gerekirdi. İşlevini, hükmünü yitirmiş hilafetin kaldırılmasına içerlenen gerçeklikten kopmuş, romantik Müslüman yurttaşlarımızın hakikati görmesi için o %0,1’lik okuma oranın %1,0’a - %2,0’lara gelmesi gerekiyor. Uluslararası siyasette dini sembollerin, söylemlerin, verilen dini referansların hükmünün kalmadığını biliyor ve söylüyor olsak da iç siyasette şimdilik hala iş görüyor.

Bu ülkenin %99’u Müslüman varsayımıyla siyaset yapıldıkça dini referansların etkinlik gücü yavaş da olsa azalmaya başladı. Devasa camiler ve imam hatip okulları açarak dindar nesiller yetiştirmek mümkün olmuyor. Mütedeyyin ailelerde yetişmiş gençler dahi dinden uzaklaşmaya, ailelerinden dinsizliklerini gizlemeye başladı. Ama bu dinden uzaklaşma bizi yanıltmasın, dinden çıkanların büyük çoğunluğu. Ateizm, deizm, agnostisizm’e varışını felsefi sorgulama sonucunda gerçekleştirmiyor. Sartre, Hume, Russel, Schopenhauer, Marx okuyarak ateist veya agnostik olmuyorlar. Kamusal dine, aile baskısına, her alanda göze sokulan dini yaşam biçimine karşı bir refleks geliştiriyorlar.

Çocukken elinden tutup camiye götürdüğü evladını 18 – 20, belki de daha erken yaşta kaybetmeye başlıyor muhafazakâr aileler. Şunu sorması yetiyor çocukların; Allah’a inandığı halde nasıl yolsuzluk yapıyor, rüşvet yiyor, adam kayırıyor?

Çok işitiriz şu serzenişi;

Sizde Allah korkusu yok mu? Sizde din iman yok mu? İdam cezası nasıl caydırıcı bir etki yapmıyorsa, Allah’ın varlığına iman etmek de suça meyli engellemiyor. Allahtan korktuğu için suç işlemeyen bir insan da zaten ahlaklı değildir. Eğer din, bizi daha ahlaklı yapıyor olsaydı kuzey Avrupa ülkelerindeki refah düzeyini yakalayabilirdik…

Bu arada, dinsizleşirsek harika bir toplum oluştururuz mesajı vermek de değil niyetim.

‘’biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz." Diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün ardından takındığımız üsluba değinmek istiyorum. O, çetin mücadeleler içerisinde hilafetin nasıl ilham vermekten yoksun olduğunun bilincindeydi. Birinci dünya savaşında yıllarca mücadele ettiğin Avusturya-Macaristan ve Almanya ile müttefiksin. Cihat çağrısı yaptığında cephedesin, karşında Müslüman Arapları görüyorsun. Osmanlı ordusunun kullandığı gemi ve uçaklar alman yapımı ve uçakların gövdesinde hac bulunuyor. Sonra kendine İslam’ın son ordusu diyorsun.
Bu çelişkiye rağmen hem de… 

(1.Dünya Savaşı Anılarını yazan İsmail Hakkı Sunata’nın İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan kitabına bakabilirsiniz.) Onun içindir ki cumhuriyetimiz doğrudan doğruya yaşamdan alınmış dersin ilhamıyla kurulmuştur. Cumhuriyeti kuran ekibin çoğunluğu rasyonel insanlardan oluşuyordu, hilafetin ve dinsel politikanın sonlandırılması rasyonel bir düşüncenin ürünüydü...

 Günümüzdeyse, ilhamını doğrudan doğruya yaşamdan alan cumhuriyetin kurucusunun, dinli mi yoksa dinsiz mi olduğunu tartışılıyor. Kimi siyasetçiler ve tarihçiler Mustafa Kemal Atatürk’ün Müslüman olduğunu kanıtlamaya çalışıyor, ne beyhude bir uğraş. Kurmuş olduğu laik, demokratik cumhuriyetin mensuplarının, kimin dinli kimin dinsiz olduğunu araştırmayı üzerine vazife edinmiyor olması gerekiyordu hâlbuki.

Atatürk’ü Şeytanlaştırmaya çalışan siyasal İslam politikalarının karşısında cumhuriyet değerlerini savunanlarca yine duygusal dogmatik reaksiyonlar gösteriliyor… Bundan bir yıl önce yazdığım dogmalara tutunmak başlıklı yazıdan alıntıyla;   “Laiklik bu ülkede tam anlamıyla hiçbir dönemde uygulanmamıştır”  dediğimde bir kesim tarafından linçe uğrama ihtimalim dışında bu söylem, sürekli bayrak, ezan, millet hamasetine teşne, siyasal İslamcı zevat tarafından da ahlaksızca kullanılmak istenecektir. Laikliğin tam anlamıyla uygulanmamasının nedeni olarak Mustafa Kemal Atatürk gösterilecek, ardından Atatürkçülük adına da rasyonaliteden yoksun bir şekilde savunmaya geçilecektir.

Her iki tutumda da ana gaye laiklik nasıl daha iyi işler sorusunu sormak ve uygulanmasını sağlamak değil, dogmaları savunmaktır. Her iki tutumun da birbirinden temel bir farkı yoktur.  Olguları tartışmak Atatürk düşmanlığı değil gerekliliktir. Ne İslam aydınlanmaya engel bir neden, ne dinsizlik aydınlanmamızın formülü niteliğinde. Edip Yüksel’in ‘’Sünni ateist’’ diye ironik bir tanımı var. Türk insanı cumhuriyet devrimiyle sekülerleştiğini düşünüyorsa da Sünni mekanizma kafasının içerisinde işlevini sürdürüyor. Yalnızca dogmatik düşünce şekil değiştiriyor.

Aydınlanma kavramı sürekli olmadığında donuk, anlamsız birer dogma haline geliyor. Örneğin; Halen Atatürk’ün Bandırmaya geliş tarihi törenlerle kutlanıyor. Böyle bir saçmalık, dini bir ritüelden rol çalmak gibi bir tutum değil midir? İlhamını doğadan, hayattan alan dogmalara savaş açan rasyonalist bir liderin, bir kente gelişine binaen tören hazırlamak savaştığı ilkel zihniyetin bizde hala yaşadığına kanıt niteliğinde. 21. yüzyılda hala aydınlanmayı içselleştiremediğimizi görmek acı. Yok, birbirimizden farkımız, ne dinli ve dinsiz arasında, ne seküler ve muhafazakâr arasında...  Varsa da aynı yüzeysel idrak düzeyinde belli belirsiz tüm farkımız.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Olmak ve Sahip Olmak (İsmail Sen)

8 Martın Rengi Pembe ya da Mor Değil "Kızıl"dır. (İlayda Urun)

Tanin no kao / Başkasının yüzü (İsmail Şen)