Ana içeriğe atla

Olmak ve Sahip Olmak (İsmail Sen)


’'Bir öğretmen öğrencileriyle her sabah iyilik, güzellik ve sevginin doğası üzerine konuşuyordu. Bir sabah, tam konuşmasına başlarken pencere pervazına bir kuş kondu. Bir süre şakıdı ve uçtu. Öğretmen öğrencilerine şöyle dedi; bu sabahki konuşma sona erdi.’’
                                                                      Jiddu Krishnamurti

Öğretmen, her sabah anlatmakta olduğu soyut iyilik, güzellik ve sevgiyi pencere pervazına konup şakıyan bir kuşla somutlaştırarak dışa dönük algıları sevgiye, güzelliğe ve iyiliğe kanalize eder. Olmak bilincinin temel eğitimi bu dersle başlamış olur. Tabiat, suni olan değerler karşısında en iyi öğretmendir.

Verilecek eğitimde birey, dışa dönük algılarının aracılığıyla ya olmak fiilinin olgunluğuna erişip, yüksek benlik bilincine sahip olacak veyahut bilinç bulanıklığı ile sahte benlik bilincine ulaşacaktır. Tabiatın karşısındaki eğitiminin temelinde insanın, doğayı ve diğer tüm canlıları tahakkümü altına alması esastır. Modern dünyanın eğitim faaliyeti işlevsel yöneticiler ve köleler yetiştirmek üzerinedir. Doğa ile uyumlu bir anlayışta ise daha bütünlüklü ve sağlıklı bir eğitim söz konusudur. Günümüz koşullarında çocuklarınızın ruhsuz ve çevresine duyarsız bir bireye dönüşmesini istiyorsanız gönül rahatlığıyla milli eğitimin tekinsiz kollarına bırakmanız yeterli olacaktır.

Okula başladığım ilk gün öğretmenin ‘’ilerde ne olacaksın?’’ gibi abuk bir sorusuyla karşılaşmış ve sorunun mantığını algılayamamıştım. Soruya muhatap olduğumda ne diyeceğimi bilemeyip en yalın cevabı vermiştim. ''Çocuk'' demiştim sinik bir ses tonuyla. Doktor, mühendis, başbakan, cumhurbaşkanı diyenler zeki addedilirken aptallığım tescillenmiş gibiydi... 

Öyle bir sorudur ki; bir çocuk olarak varlığımızı yadsımamız bekleniyor. Sanki varlığımı ispatlamam için bir mesleğe, diplomaya, bir makama sahip olmam gerekiyormuş gibi davranılıyor, oysa zihin kendisine yabancılaşıyor. Ardından yabancılaşan zihinler yetişkinliğinde Mimar X, Doktor Y, diye bayram kutlama mesajları gönderebilecek kadar şirazesini kaybediyor. Eğitim sistemimiz, Emerson’un tabiriyle ‘’nesneler gibi düşünen insanlar, insanlar gibi düşünen nesneler üretiyor.’’

Mesleği kişiliği haline gelmiş bir bireyin hayatını tek boyutlu yaşaması da kaçınılmaz hale geliyor. Yaşamını belli bir standartta tutmak adına icra ettiği mesleği tarafından güdülüyor. Chaplin’in ‘’Modern Zamanlar’’ filminde olduğu gibi fabrikaya işe girip hayatı somun ve somun anahtarından ibaret görmeye başlarken kendine de yabancılaşıyor. İçine çekildiği tek boyutlu yaşam tarzından dolayı bütünlüklü bir çerçeveden bakamayarak, etrafında dönen her türlü ayrımcılığı da idrak edemeyecek bir hale geliyor. 

Modern Times (1936)
Bir taraf servete güce, kariyere sahip olmayı olmak bilinci, yaşam amacı bilirken, diğer bir kesim de sermaye sahibinin tapınağında, yine Chaplin’in Modern Zamanları’nda olduğu gibi, elinde somun anahtarıyla bant üzerindeki somunları, bir devir, iki devir, üç devir çevirmekten yaşam amacını sorgulamaya dahi fırsat bulamıyor. Her iki durumda da sahte benlik bilinci hakimiyet kuruyor.

Bir tarafta sahip olanlar, diğer tarafta sahip olanlara muhtaç olanların sefaletiyle karşılaşıyoruz. Yaşamda acımasızca sömürenler, sömürülenlere muallâkta olanı telkin ediyor. ‘’Ahrette Cennet bahçelerine en fazla sebat edenler alınacaktır’’ gibi...

Sermaye sahibi ister bir dine inansın ya da inanmasın, sömürdüğü kitleyi bastırmanın yegane silahı olarak dini kullanıyor.

Dinin telkinleri de her ne kadar, iyilik, güzellik ve sevgiyi anlatan öğretmenin telkinlerine benzer nitelikte olsa da, bir yönüyle haksızlığa karşı itiraz kültürünü de içerisinde barındırmaktadır. Mevcut düzende din, maneviyat kabuğuna bürünmüş, sevgi yerine öfke, iyilik yerine kötülük, güzellik yerine kin, itiraz yerine muktedire koşulsuz itaati esas alıyor.

Olmak bilincine gelebilmek için de Aşık Veysel gibi içe bakabilmek gerekliyken, eğitim sistemimiz algılarımızı yalnızca cansız, donuk, maddi şeylere kılavuzluyor.  Bu sayede kendinden bahsettiğini düşünen birey, yalın bir oluşu değil, farkına bile varmadan cansız nesneleri ifade ediyor. 

Görme yetisini kaybederek içe bakış kazanan Aşık Veysel olmak bilincine en iyi örnektir. Kendisine ameliyatla gözlerinin açılması teklif edildiğinde:

‘’bir dünyam var içimde benim, dünyamı bozmayın, benim yarattığım dünyadır güzel olan’’der.
Veysel’in dünyasında yaşamın anlamı şüphesiz bizimkinden farklı gibi görülür. Her ne kadar içinde bir dünyasının olduğunu ifade etmiş olsa bile, yaşamdan kastı soyut bir varoluş biçiminde değil, ölümünde dahi kanlı canlı yaşamdır.

 O sebeple şöyle söyler devamında;
‘’ben öldükten sonra üzerimde otlar bitsin, çiçekler açsın, taş kapatır çimento kapatır hiç kimse istifade edemez, üzerimde biten otlardan koyun yesin et olsun, kuzu yesin süt olsun, arı götürsün bal olsun’’ der.

Veysel’in dünyasında gözlemci ile gözlenen arasında fark yoktur. Biz gerçekliği dışarıda ararken gerçeklik, Veysel’in içinde, ölümünde vaat ettiği hayattadır. Dünya bir döngüdür ve değişim esastır. dolayısıyla hiç bir ölüm tam anlamıyla bir ölüm değil form değiştirmedir çünkü insan tüm evrendir. Veysel için kimileri filozof yakıştırması yapıyor olsa da O, ‘’Olan’’ kişiye örnektir.

Yine Jiddu Krishnamurti'nin tanımladığı gibidir;

Kişi sınırlı, sıkıştırılmış, dar ve şahsi yaşıyorsa şu gerçeği görmesi çok zordur; siz insanlığın geri kalanına özdeşsiniz. İçinizde bütün insanlık var ve insan olarak dünyanın parçasısınız, siz dünyasınız. Bu bir fikir değil, entelektüel olarak bir takım sebeplerle ''evet doğru olabilir'' denilerek birleştirilmiş değil, gerçeğin hakikatin aslıdır. İnsani varoluşunuz geri kalan tüm insanlığın temsili, ifadesisiniz.


Yorumlar

  1. Tek kelimeyle kusursuz. Olmak hadisesi yaşayan sorunlarla ve eski vebası olaylarlın örnekleriyle bezenmiş. Akıcı bir dil akılcı bir yol ve sürükleyici bir üslup. Takdir ediyorum.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tanin no kao / Başkasının yüzü (İsmail Şen)

Bir Film, İki Kitap ve Filmi Okumak Bandırma Sinema Amatörleri Derneği’nin ‘’Film Okuma’’ etkinliğinde üçüncü filmimiz 1966 yapımı, Hiroshi Teshigahara tarafından Kobe Abe romanından uyarlanmış  ‘’Tanin No Kao/Başkasının Yüzü’’  filmi oldu. Film, bir iş kazası nedeniyle yüzünü kaybetmiş ‘’ Okuyama’’ isimli bir karakterin hikâyesini anlatıyor. Görünüşün mü kişiliği yoksa kişiliğin mi görünüşü etkilediğine ilişkin bir sorgulama yapıyor. Her ne kadar dernek olarak bu etkinlikleri ‘’Film Okuması’’ olarak niteliyor olsak da konunun uzmanı sayılmayız. Film üzerine bir grup insan amatör bir ruhla oturup tartışıyoruz. Etkinliklerde filmi seçen arkadaşımız bir otorite olarak konuşmuyor, böylelikle samimi bir diyalog imkânı buluyoruz. '’Film Okumak’’ kulağa biraz samimiyetsiz, gereksiz özgüvenli bir iş gibi geliyor. ‘’Film Sohbetleri’’ ya da ‘’ Film Analizi’’ dersek daha iyi olabilir sanki. '' Film analizi '' dediğimizde filmin teknik konularını içerisine

Avcı Toplayıcılar (Ahmet Atak)

Tanrılar çıldırmış olmalı isimli film,   eski bir komedi filmidir.  İnsanları hem güldürüyor, hem de modern toplumlarla avcı toplayıcı toplumların kültürleri arasındaki farkları çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Konu Afrika'nın ıssız bir bölgesinde mutlu bir hayat yasayan avcı toplayıcı bir kabilede geçiyor. Günlerden bir gün uçaktan aşağıya atılan bir koka kola şişesi her şeyi altüst ediyor. İlk basta çok yararlı ve kullanışlı bir aygıt olarak algılanıp kullanılıyor bu şişe.  Fakat şişe tarzı başka hiçbir gereçleri olmadığından köyde kimin şişeyi kullanacağı bir tartışma konusu oluyor. Tekliğinden dolayı paylaşılamayan bu sise kavgalara sebep veriyor. Kabilenin lideri bu kötülük getiren nesneyi dünyanın sonundan atarak tanrılara iade etmek için yola çıkıyor.   Filmde aslında üretim araçlarına sahip olma kavgası ve ekonomik üretim süreçlerine vurgu yapılıyor ki burada Marx'tan esinlenildiği çok açık.  Dünyada hala özellikle amazonda çok az sayıda kalsa da bazı avc

Tekerrür'deki Gerçeklik (Murat H. Özcan)

Susmak en güzel cevaptır derdim her zaman milat çok derindeydi oysaki. Kendi miladını yaratmalıydı insan ve yarattı da. Sonra devamı geldi işte, tarih kitaplarından ve homo sapiens'den aşinayız azda olsa konulara. Bağıra bağıra, bir saniye bile susmadan mücadele verdik hayatta. Hayat bize bu kadar borçluyken, ona en sevdiklerimizi adarken, adaleti toprakta aramak saçmalık olmuştu. Sonra mücadele alanı genişledi ve tabi mücadele ettiklerin. Ancak insan hep kaybedendi… Kimisi karşı çıkmak için haksızlıklarla savaştı ama insan yok olmaya en müsait olanıydı. Susmak en güzel cevap derlerdi. Yok olmaya mahkum biri, yok olacağını bile bile neden susarak cevap verirdi? İnsan bedenden bir fani, değersiz bir çamur ve tanrının nefesi kimisine göre, kimisine göre maymun. Bunları duyunca susmak elde değil gibi. Oysa nereden geldiğimiz ne kadar önemli? İnsan kendine nereden geldik sorusu yerine nereye gidiyoruz sorusunu sorsa ne olurdu? Susmazdık sanırım. Değer ve yargılar hep sorgulan

İBADE(R)T - Zafer Korkmaz

Tanrı : Ben seni neden yarattım? Köpek : Hav Tanrı : Aferin. Ya seni? Kedi : Miyav Tanrı : Aferin. Peki ya seni? İnsan : Bilmiyorum tanrım. Tanrı : Nasıl olur? Ben senin beynini bütün bunlarınkinden bin kat daha gelişkin yaratmadım mı? İnsan : Aaa buldum düşüneyim diye? Tanrı : Şimdiye kadar neden düşünmedin o zaman? İnsan : Düşünen bir kaç kişi vardı . Onlarda zamanla hayvan gibi yaşamaya başladı . Korktum tanrım Tanrı : Neyden korktun? İnsan : Hayvan gibi yaşamaktan... Tanrı :Hayvanlar nasıl yaşıyor ki korkasın? İnsan : Yani... Temiz değiller bir kere Tanrı : Saçmalama bence daha fazla. İnsan : Emredersiniz tanrım. Tanrı : (Derin bir iç çeker) (kediye) ben nerede hata yaptım acaba? Kedi : Miyav Tanrı : Sanmam İnsan : Ne dedi tanrım? Gerçi ne derse demiş olsun sonuçta sizin bir yerde hata yaptığınızı söylüyor. Şerefsiz kedi! Şeytan bu şeytan! Tanrı : Bak yavrum, senin ibadetin düşünmektir. Ben seni neden yarattım? İbadet et diye... anlıyor musun beni?